Size iki fotoğraf karesi göstereceğim.
Biri İstanbul’da, öteki Atina’da çekilmiş.
İkisinde de üniformalı resmi güvenlik görevlileri ve zavallı iki Afrikalı göçmen var.
Cuma akşamı seyrettiğim bir filmden çektiğim iki kare bunlar. Size işte bu filmi anlatacağım. İki fotoğrafı göstereceğim ve sonra geri çekilip sahneyi size bırakacağım.
Kararı siz verin.
DENİZLERİ AŞIP GELEN BİR KRALIN HİKAYESİ
Herkes biliyor.
25 yıldır bu ülkede en hasta NBA izleyicilerinden biriyim.
Buna şimdi Euroleague basket maçları da eklendi.
NBA’in yıldız oyuncularının hayat hikayelerini de çok iyi bilirim.
Filmin adı “Rise’dı…”
Çok ünlü bir NBA oyuncusu ve iki kardeşinin hikayesini anlatıyor.
Gerçek soyadları “Adetokunbo…”
Yoruba dilinde “Denizleri Aşıp da gelen kral” anlamına geliyor.
Afrika kökenliler ama üçü de Yunanistan’da doğup büyümüş.
Yunan kültürü almışlar.
Ve Rum Ortodoks dinine geçmişler.
Cuma akşamı işte onları anlatan bir belgesel drama izledim.
Türkiye’de de streaming kanallardan birinde yayınlanıyor.
İLK SAHNEDE MAHYALARINDA ‘DUA İBADETTİR’ YAZAN BİR İSTANBUL
Film 1990 yılında Nijerya’nın Lagos şehrinde başlıyor.
Orada kucağında bebekle bir Afrikalı kadını görüyoruz.
Oradan hemen ikinci sahneye geçiyoruz.
Kapkaranlık bir İstanbul görüntüsü.
İlk karenin sadece camilerin fark edildiği bir şehir görüyoruz.
Bir caminin mahyasında “Dua ibadettir” yazısını okuyoruz.
Yani koyu Müslüman bir ülkedeyiz izlenimi çok güçlü biçimde verilmiş.
Onun arkasından kapkaranlık bir şehir görüntüsü geliyor.
Üzerinde ‘İstanbul 1991’ yazıyor.
GÖÇMENLERİ İTE KAKA HAPİSE GÖTÜREN GADDAR TÜRK POLİSLER
Hemen arkasından pis bir otel görüyoruz ve anında polisler oteli basıyor.
Oteldeki bütün göçmenler ite kaka, sürüklene sürüklene dışarı götürülüyor.
Oradan da polis araçlarına bindiriliyor.
Filmimizin kahramanı ise karısıyla pencereden atlayıp kaçıyor.
Gördüğümüz polisler Robocop gibi giyinmiş.
Türk polis üniforması gibi değil.
Araçlar da öyle.
SANKİ SOĞUK SAVAŞ YILLARINDA BİR DEMİR PERDE ÜLKESİNDEYİZ
Sanki 1960’ların Soğuk Savaş döneminde en kötü demir perde ülkesindeyiz.
Oysa Özallı yıllar.
Türkiye liberal ekonomiye en başarılı geçişi yapan ülkelerden biri.
Ama filmdeki imaj insanın aklına otomatik olarak “Gece yarısı Ekspresi” filmini getiriyor.
Filmin iki kahramanı ertesi gün bir otobüse binip Yunanistan’a doğru yola çıkıyorlar.
Yunanistan sınırına yaklaşırken dışarda gördüğüm manzara yine Soğuk Savaş diktatörlüklerinin sahneleri.
Ve geliyoruz Atina’daki ilk sahneye…
ATİNA’DA OTOBÜSTEKİ ASIK SURATLI ASKER
Renkler birden aydınlanıyor. Ekran gökkuşağına dönüşüyor
Njeryalı göçmen bir tarlada zeytin toplamaktadır.
Kadın ise Atina’da hamiledir ve birden sancısı başlar.
İşte anlatacağım sahne tam o sırada gelir.
Kadın hastaneye gitmek üzere belediye otobüsüne biner.
Otobüste resmi üniformalı asık suratlı bir güvenlik görevlisi vardır.
Onun görünce birden irkilir ve korkar.
Ama o asık suratlı asker hiç beklemediğimiz bir şey yapar.
Oturduğu yerden kalkar ve nazikçe göçmen kadına yerini verir.
İKİ SAHNE ARASINDA SADECE 7 DAKİKA VAR AMA
Filmin 9’uncu dakikasındayız ve bu iki sahne arasında sadece 7 dakika var.
Ama sanki göçmenlere davranış konusunda sanki bir asır varmış gibi bir his veriyor insana.
Dokuzuncu dakikada içimden gelen tepkiyle tuşa bastım ve filmi durdurdum.
Karşımda iki şehir vardı.
İstanbul ve Atina…
İki ülkenin polislerdi vardı.
Biri göçmenlere Gece yarısı Ekspresi filmindeki gardiyanlar gibi muamele yapan acımasız polisler…
Öteki göçmene karşı müşfik polisler…
BİR DAKİKA DEDİM, BURASI GÖÇMENLERİ DENİZE DÖKEN YUNANİSTAN DEĞİL Mİ
“Bir dakika” dedim.
Burası, sığınmacıları Ege denizi ortasında bizim sulara doğru süren Sınır polislerinin ülkesi Yunanistan değil mi…
Öteki, yani bizim taraf ise, bugün 6 milyon göçmeni kendi ekmeğinden keserek barındıran Türkiye değil mi…
Filmi durdurdum, gerisini seyretmek içimden gelmedi.
Oysa çok merak ettiğim, NBA’in en ünlü oyuncularından biri olan Giannis Antetokounmpo ve onlar da basketbol oyuncusu iki kardeşinin ve ailesinin hikayesini anlatıyor.
Onun Atina sokaklarında kaçak incik boncuk satıcılığı ile başlayan hikayesi Milwaukee Bucks’ın ve NBA’in en iyi oyuncularından biri haline gelişini anlatıyor.
Çok sevdiğim bir oyuncu.
Hikayesini seyretmeyi çok merak ediyordum.
Ama film böyle bir Türkiye imajı ile başlayınca bütün iştahım kaçtı.
HANİ BİZ GÖÇMENLERE 40 MİLYAR DOLAR HARCAYAN İYİLİKSEVER ÜLKEYDİK
Filmi durdurduktan sonra düşünmeye başladım…
“Ne yapıyoruz biz?”
Biz, yani Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları.
Bizim bildiğimiz göçmen hikayesi bunun tam tersi değil mi…
Şu son 13 yılda sadece Suriyeli göçmenler için 40 milyar dolara yakın para harcadığımızı bizzat Cumhurbaşkanımızın ağzından kaç defa dinledik.
Giderek fukaralaşan halkımızın rızkından keserek onlar için harcadığımız para bu.
Filmde Yunanlı bir kadın doktorun iyi davranışını görüyoruz.
Bizse 6 milyon Suriyeliye bedava sağlık hizmeti veriyoruz.
Hepsine çalışma imkânı sağlıyoruz.
Övüne övüne bütün dünyaya “Biz göçmenlere en insani davranan ülke ve toplumuz” diyoruz.
Bununla gurur duyuyoruz da demek ki bunu kime anlatamıyormuşuz.
Göçmenlere yardım ederek Türkiye imajına çok olumlu bir katkı yaptığımızı düşünüyoruz ama gerçekten yapıyor muyuz?
Yoksa kapımızı sonuna açtığımız her göçmen bizim için yeni bir “Gece yarısı Ekspresi” hikayesi mi yazıyor?
BU GECE YARISI EKSPRESİ HİKAYESİNİ KİM YAZIYOR
Tamam da asıl soru şu.
Bu hikâyeyi kim yazıyor? Onlar mı yoksa biz kendi kendimize mi…
Unutmayalım 2000’li yılların başında bütün dünyada parmakla gösterilen “Yükselen yıldızdık”.
Örnek ülkeydik.
Nerede yanlış yaptık. Ve yapmaya devam ediyoruz ki;
En basit bir hayat hikayesi filminde karşımıza yine bu Türkiye imajı çıkıyor.
Bence hepimizi ilgilendiriyor ve hep birlikte düşünelim.
Neden bu Gece yarısı Ekspresi imajını bir türlü üzerimizden atamıyoruz?
Acaba Osman Kavala’lar, Selahattin Demirtaş’lar, Gezi davaları, Yargıdaki içler acısı halimiz, İnsan Hakları ihlalleri, kadına karşı şiddet, dış politikada her yere parmağımızı sokma gayretleri…
Bütün bunlar birer Gece yarısı Ekspresi olarak hepimizin üzerinden mi geçiyor…